DÜNYAYA GELİP GELMEMEK ELİMİZDE Mİ?
Ey Sevgili Genç! Soruyorsun(bu soruya bizzat ben şahit olduğum ve soru sahibiyle konuştuğum için yazıyorum):
-Allah(c.c.) herşeyi biliyor mu?
-Evet! Biliyor. O halde, ben doğmadan önce, her şeyi bilen Allah(C.C.) neden bana, dünyada, fakir bir hayata, gelip gelmeyeceğimi sormadı da, ben fakir bir hayata geldim? Diyorsun.
İnsanların dünyaya gelmeleri, anne ve babalarının, cüzi iradeleri sonucu, istekleri ile olan bir olgudur. Bunu hiç kimse engelleyemez. İnsan olmanın kuralı budur. İnsanlar doğar, büyür evlenir. Çocuk sahibi olur. Yaşlanır. Ölür. Genel sıralama budur. Toplumumuzda, insanlar, Allah(c.c.) emri, Peygamber(s.a.v.)’ in kavli ile evlenir ve çoluk çocuk sahibi olurlar. Bu toplumumuzun genel kuralıdır. Her dinden, her devletten insanların evlilikleri, belli kurallar çerçevesinde olur ve evlenme müessesesi kurulur. Herkes örf ve âdetleri çerçevesinde, dinî kurallara saygı göstererek evlenirler.
Hiç kimsenin doğumu, kişilerin kendi elinde değildir. Allah(C.C.)’ nun koyduğu kural budur. Dünyaya istemeden, anne ve babaların evlenmeleri ve onların cüz’ i iradeleri sonucu ve yine onların istekleriyle dünyaya gelindiği bilinmektedir. Başka bir yolu da yoktur. Tüp bebek v.s. bu konulardan ayrı değildir. Yine anne ve babanın rızası ile yapılan tedavi yöntemleri olarak bilinmektedir. “Ben isteyerek dünyaya gelirim” diyebilen bir tek kimse yokken/ böyle bir imkân insanlık âlemine verilmemişken, bir kimse çıkar da:
“Dünyaya geleceğimi önceden bilen Allah(c.c.) bana sordu mu dünyaya gelirken” diye sorgulama ihtiyacını hissederse, elbette kendi bileceği bir düşünce tarzıdır. Ancak mantık ile çelişip çelişmediğini, bu konu üzerinde durulması gerektiğini söylemek de bizim hakkımızdır. Böyle sorgulayan bir düşünce tarzının, yeryüzünde çok nâdir görülebilecek bir düşünce tarzı olduğunu belirtebiliriz. Zira insanların büyük çoğunluğu bu dünyaya geliş yöntemini sorgusuz, sualsiz kabul etmişlerdir. Neden geldim demenin anlamsızlığını bilirler. Sorgulanması durumunun uç noktalarda düşünce tarzlarından olduğu da bir gerçektir. Bu düşüncede olmak ya da bu düşünce tarzının yanlışlığını ifade etmek, insanların özgürlükleri çerçevesindedir. Kimse bir başkasını zorlayamaz. Neden diye sorunuz lütfen!
Zorlayamaz, zira Allah(c.c.) Kur’ ân- ı Kerîm’ inde “Ya Muhammed, senin görevin tebliğden ibarettir, sen ancak tebliğcisin” meâlindeki Âyet- i Kerîme ile, hiç kimsenin bir başkasını düşüncelerinden dolayı suçlayamayacağı, onu zorlayamayacağı ifade edilmektedir. Elbette “emri bil ma’ ruf ve nehy- i anil münker(doğruları emredip, yanlışlardan menetmek)” görevi herkesin görevleri arasındadır.
Hiç kimse “ölmek istemiyorum” diyemeyeceği gibi; hiç kimsenin, “doğmak istemiyorum” da deme lüksü yoktur. Herkes Allah(c.c.)’ nun takdir ettiği zamanda doğacak; ecelinin geldiği günde de ölecektir. Ne bir dakika önce; ne de bir dakika sonraya, doğum da, ölüm de ertelenemez. Hiçbir dünyalık tesirle “ölmekten vazgeçiyorum” diyemeyeceğimiz gibi; “doğmaktan vazgeçiyorum” da diyemeyiz.
İşin aslına bakarsanız, bu soruyu herkese sormaya kalkışan kimselerin uç noktalarda gezdiğini herkes görür. Bu düşüncede olan kimselerin yüzdesinin, yüzde(%)’ lerde değil, binde bir(% 0,1)’ lerde olduğunu söylersek, yanlış değerlendirme yapmış olmayız. Araştırınız lütfen! Anketler yapınız. Bu tür bir soruyu soracak kimselerin sayısının binde bir(% 0,1)’ lerde olduğunu tespit edebileceksiniz. Yüzde itibariyle, çok az veya istisna şeklinde olsa da, bu düşüncede olan insanlar hep olacaktır. Ne zamana kadar? Akıllarını başlarına toplayıp:
-Ben ne yapıyorum deyinceye kadar. Akılları başlarına en sonunda mutlaka gelecektir. Zira doğum ve ölüm, Yaradan’ ın bir kuralıdır. Dünyaya geliş ve gidiş, dünya hayatının kuralları arasındadır. Doğmayacağım; ya da ölmeyeceğim deme şansı biz insanlara verilmemiştir. Konulan bu kurallara uymayacağım demenin yanlışlığını ya da boşluğunu, kişi kendi düşüncesindeki boşluk dolduğunda anlayacak ve inanç sisteminin, dünyaya gelen tüm insanlara huzur verdiğini; bu geçici dünya hayatını rahat ve huzur içerisinde geçirmelerinin kapılarını açtığını; mantıkla dahi bulabilecek hale geleceklerdir. Peki! Bu kimselerin bu yanlış düşüncelere saplanmalarının sebebi nedir diye sorulabilir.
Her zaman görülmüştür ki, akıllı/ zeki olduklarını varsaydığımız insanlar, daima, her şeyden şüphe etmekle bir yerlere varabileceklerini vehmederler. Zira akıllarını, herkesten farklı düşünmeye endekslemişlerdir. Vehmederler, zira neticede, Yaratan’ ın koyduğu kurallara inananlar için, hiç kimsenin, bu kuralı değiştirme şansları/ güçleri yoktur. Bu kuralların değiştirilmesinin mümkün olmadığı bilinmektedir. Bu şekilde bilgisini dizayn etmiş olanların, doğum konusunu sorgulayanlar gibi, huzursuz olacakları bir konu bulunmamaktadır. Zaman zaman herkes düşünür:
Allah(C.C.) nasıl bir varlık? Ne zamandan beri dünya hayatını, insanları ve cinleri yaratmıştır? Bu soruların sonu yoktur ve cevaplarını da bu insan yapımızla bizler veremeyiz. Peki! Cevapsız soru neden olsun? Cevapları mutlaka bulmamız gerekir diyerek; zihni potansiyelimizi hep zorlamışızdır. Ancak bir noktada durup:
-Ya Rabb- el Âlemin! Sen yücelerden yücesin. Düşünüyorum ki, yaratan Sen’ sin. Bu kâinatın varlığının başka bir yolu yok. Ancak Sen’ in yaratmanla bu kâinat ayakta durabilir. Beni affet! Sınırlarımı zorladım. Öyle şeyleri düşünmeye başladım ki, bir yerde zihnim durdu. Zira bu zihin potansiyelimle Sen’ in yüceliğini ihata etmeme/ kavramama imkân olmadığı noktasına geldim. Zira Kâinat içerisinde Sen’ den başka, yaratma işini yapacak hiçbir güç bulunmamaktadır. Eşin benzerin yoktur. Doğmazsın; doğurmazsın.
Bir kısım insanlar şuursuzca ve düşünmeden/ mantık süzgecinden geçirmeden, aslında yaratılmış olan dünyaya ve üzerindeki yaratılmışlara, tabiatın yaratması varmış gibi, dayanak bularak, kendilerini “mal bulmuş mağribi” gibi hissetmeleri sonucu, Sen’ den başka bir yaratıcı’ nın olmayacağını tasdik yerine, inkâr bataklığında boğulmaktadırlar. Bunların boğulduklarını görmek, bana gerçekten büyük bir üzüntü, sonsuz bir azap vermektedir. Zira düşündüğümüzde mantıkla bulamayacağımız o kadar çok konu vardır ki. Düşünelim ve kendimize soralım:
Beynimiz, kâinat içerisinde ne kadar yer kaplar. Ne kadar büyük olduğuna vehmedilebilir? Bir sel baskınında, bir depremde insanlar ne kadar âciz, ne kadar zavallı haldedir. Görmüyorlar mı? Görüyorlar. Ancak görmek istemiyorlar. Beyinlerinin Allah’ ın sonsuz kudret ve yaratması içerisinde bir zerre kadar dahi hükümlerinin olmadığını, sonsuza kadar da olamayacağını akıl edemiyorlar.
Doğumun kendi elinde değil. Hiçbir zamanda olmayacaktır. Bu nedenle doğumla birlikte baba/ annenin gayretleriyle dünyalık kazançlara ulaşma imkânı bulunmaktadır. Tembel anne/ babayı da seçme şansımız yoktur. Genel düşünce itibariyle, herkesin zengin olması da düşünülemez. Cemiyet içerisinde zenginlerle birlikte, fakirler de bulunacaktır.
Herkes, babasının/ annesinin ya da her ikisinin kazanma gayretleri kadar müreffeh yaşamaktadırlar. Tembel aile içinde doğmak, kader çizgisi içerisinde olan bir olgudur. Ancak buna Allah(C.C.) dahil kimse müdahale edemez. Zira ALLAH(C.C.) İNSANLARA CÜZ' İ İRADE VERMİŞTİR. İyiye/ kötüye; doğruya/ eğriye; zenginliğe/ fakirliğe gitmeleri, insanların kendilerinin elindedir. Ancak herkesin zenginliğe kavuşması da kolay olmamaktadır. Bu nedenle İslâmın şartlarından biri olan zekât müessesesini gerçek din âlimleri şu şekilde açıklarlar:
-Her ne kadar çalışsa da yeterli kazancı elde edemeyenlere zekât vermek gerekir. Bir kimseye zekât verilebilmesi için, kişinin çalışması söz konusu; ancak gücü yetmeyen, çalışsa da kazancı düşük olanlara zekât vermek farz olmaktadır.
İnsanlar babalarını, annelerini, kardeşlerini, genellikle akrabalarını seçemezler. Bu nedenle “neden fakirliğe doğdum deme lüksümüzün olmadığının da idraki içerisinde olmamız temennilerimle...
Saygılarımla… 19.03.2015