"GENÇLERLE BAŞBAŞA KÖŞE YAZILARINA YORUMLAR" KİTABIMIN ÖNSÖZÜ
YAZMAK/ YAZAR OLMAK KOLAY İŞ DEĞİLDİR “Kitap yazmak, o kadar kolay bir iş değildir.”
Çoğu kimse tarafından söylenen bu sözü; daha geniş, daha kapsamlı olarak,
“doğrudur, kitap yazmak, o kadar kolay bir iş değildir” diyebileceğimizi görürüz. Kesin hüküm olmamakla birlikte, daha ileri giderek,
“kitap yazmak zor iştir” demek durumunda kalacağımızı da ifade edebiliriz.
Genel olarak düşündüğümüzde, kitap yazmaktan öte, tüm işlerin yapılmasında işlerin zorlayıcı bir tarafı, insana zor gelen bir yönü hep olmuştur. Olacaktır. Olmaya da devam edecektir. Zira insanın mayasında, kolaya kaçma vardır. İnsan kendini zorlamazsa, herhangi bir işi başarması mümkün değildir. İşin kolayına kaçma peşinde koşanlar olduğu gibi, kolay işleri sevmeyenler de bulunabilecektir. Yapacakları işlerden memnun olarak, bu işlerin üstesinden gelme duygusuyla hareket edenler de bulunacaktır. Bu kimseler zor işleri yaparken, başarmanın zevkine hayrandırlar. Başarmanın, iş bitirmenin getirdiği güzel duygulara hasrettirler. Ömürleri boyunca da, duygu ve düşünce güzelliği olan,
“başarmanın hazzını” her zaman tatmak isteyeceklerdir.
İnsanların içerisinde, hiç iş yapmadan oturma, rahat kazanma duyguları hep olacaktır. Herkesin rahat bir iş aradığı söylenebilir. Zor işi kimse istemez. İsteyemez. Zor işleri talep edenler, zoru başarma duygusunda olanlardır.
“Ben bu işi yaparım” hırsıyla işe başlayanlar, başladıkları işleri bitirebilirler. Kolaycıların iş başarmaları öyle pek sık görülen hadiselerden değildir.
Kitap yazmanın zorluğuna direnen, dirençli kimselerin yaşantıları boyunca, karşılaştıkları zorluklarda,
“bu zorlukları yeneceğim” duygusu ile hareket ettiklerinden, çoğunlukla işleri başarma heves ve gücünü kendilerinde bulacaklardır. Zor işlerden kaçanlar ise, zor işleri bahane ederek, devamlı kaçamak işlerle/ yarım yamalak işlerle/ bitirilmeyen, yarım bırakılan işlerle günlerini, kendilerine eziyet eder derecede, sıkıntılı olarak geçirmek zorunda kalacaklardır.
Yazma fırsatı bulduğumuz zamanlarda, devamlı yazma, not etme alışkanlığının kazanılması için, akla gelen her konuda duygu ve düşüncelerimizin yazılması gerekir.
Her fırsatta not alma, alışkanlık haline getirilmelidir. Bu alışkanlık kazanıldığında, kitap yazma çalışmalarına başlanabileceği söylenebilir. Fırsat bulduğum zamanlardan kalma, düşünce kırıntıları çerçevesinde, ele aldığım günlük olayları not etmeye başladım. Yazmanın zorluklarını nasıl yeneceğimi, güzel yazmak için neler gerektiğini düşünerek; yazma arzumu devamlı gündemde tuttum. Bununla beraber, yazdıklarımı kitaplaştırmak üzere harekete geçtiğimden bu yana, çok uzun yılların geçmesine engel olamadım. Zira hayat devam etmektedir. Hayatın çalkantıları içerisinde, aslî görev olarak karşımıza çıkan konuları “boş ver gitsin” diyerek bir kenara atamadığımız bilinmektedir. Ancak uzun zamanlara kayan basım işinden de asla vazgeçmedim. Bu satırlar bitmekte olan kitabımın görüntüsünü vermesi, açısından önemlidir.
“Acaba bitirebilecek miyim” sorusunu zaman zaman sorsam da, bitireceğimi ifade ederek; sorumun lüzumsuzluğuna kendimi inandırmak suretiyle, önsöz yazım safhasına geldim. Vazgeçmeden yazmaya devam ettim ve değişik birkaç konuda kitaplarımın çatılarını oluşturmaya başladım.
Yazdıklarımı kitaplaştırmak suretiyle, yazarlığın zorluklarına karşı direncimin artırılması için neler yapabileceğimin araştırmasını devamlı surette yapmaktayım. Yapmaya da devam ediyorum. Bu arada aklıma gelen birçok caydırıcı soru karşısında, ayak direyerek, bu kitabımın muhteviyatı ne olursa olsun; ne kadar çok tenkit edilecek yönü bulunursa bulunsun;
"yazmaktan vazgeçmeyeceğim” telkinini, kendime, devamlı yaptım. Yapmaya da devam ediyorum. Zira tenkitsiz hiçbir yazar olmaz. Her yazarın tenkit edilecek bir yönü, okuyucular tarafından mutlaka bulunur. Ancak önemli olan büyük bir çoğunluğun kitabı beğenmesidir.
Bilindiği üzere:
Yazmak zor iştir.
Güzel şeyler yazabilmek, daha da zor iştir.
Yazdıklarını basabilmek için zihni kapasiteyi kullanarak, tenkitlere karşı durmak ve kendisinde güç bulabilmek ise en zor iştir.
Kitap yazarken gerçekten zorlandım:
Zorlandım;
ilk kitabım olacağı için zorlandım.
Zorlandım;
“acaba beğenilir mi” diye bir yanlış fikre kapıldığım için zorlandım.
(Sosyal içerikli kitaplar yazılırken, bildiğiniz tarafsız doğrularla yazıldığında, kimsenin bu kitabı okumayacağını da bilseniz; yine yazmaya devam edebiliyorsanız, işte, o zaman siz, kendinizi tanıyorsunuz ve buna göre yazıyorsunuz demektir.
“Ya okunmazsa” diye yazarsanız; genel anlamda doğruları yazamazsınız. Zira doğru bildiklerinizi, okunmazsa fobisi(korkusu) içerisinde olduğunuzda, değiştirmeye, beğeniye sunma gayretlerine girmeye, başlarsınız. Bu
“yazmak” değildir. Bu
"başkaları için yazmaktır". Bu, bilinen tâbiri ile,
"tribünlere oynayarak yazmaktır. O zaman buna ne derseniz deyiniz.
"Yazmak demeyiniz.")
Zorlandım; yayınlanması için,
hangi yayınevleri ile irtibat kurulması gerektiğini bilemediğim için zorlandım.
Zorlandım; yayınevleriyle irtibat kurduğumda; acaba
“hep bana” mı diyerek anlaşma yapacaklar; yoksa
“biraz bana; biraz sana” diye mi anlaşmayı kabul edecekler; bilemediğim için zorlandım.
(Bir yayınevi ile kurduğum irtibatta, yayınevi yetkilisinin,
“ortak paylaşım” ifadesi ile şaşırdım. Zira daha önce irtibat kurduğum bir yayınevi yetkilisiyle görüşmemde, hep bana ifadesini doğrulayan, 1/ 9 oranı verilmişti, ki bu
“hep bana” anlamına gelen bir ifadeydi. Bu yayınevi yetkilisinden
“ortaklaşa paylaşım” ifadesini duymak, bana basım konusunda doping gibi geldi. )
Zorlandım. Bu zorlanmalara birde
ilk kitap yazmanın acemiliği/ ilk kitap yazmanın heyecanını ekleyiniz. Zorlanmadan olur mu?
Kitap yazmanın çok zor olduğunun ispatına gerek de yoktur. Çok kolay olsaydı; herkes kitap yazardı. Memleketimizde kitap basımının az olmasının sebeplerinden birinin de,
"kitap yazarken zorlanmaların üstesinden gelemem korkusu" nun, insanlarımız arasında yaygın olduğu düşüncesindeyim. İnsanlarımızın bu yaygın kanaatte olmaları sonucudur ki, yazmak üzere, çok fazla insan hevesli görünmemektedir.
“Yazamam vehmine(kuruntusuna) kapılan kimseler"in çok sayıda olmaları da, bu zorlanmalarda, olumsuz örnek teşkil etmesi açısından, büyük bir etken olarak önümüze çıkmaktadır.
Herhangi bir kimse “ben yazacağım” der ve eline kâğıt- kalemini/ önüne bilgisayarını alırsa; yazmaması için hiçbir sebep yoktur. Yazabilir. Bu kimseyi yazma konusunda tenkit edecek; “sen yazamazsın” diyecek hiç kimse de olamaz. Olmamalıdır. Yazma isteği ile işe başlayan kimsenin önünde hiçbir engel bulunmayacaktır. İstemiştir. İstediği işi de yapacaktır. Yazarlık bir meslektir. Doğrudur. Herkes yazar olamaz. Bu da doğrudur. Ancak bu doğrular çerçevesinde,
kitap yazmaya hevesli/ yazmaya meyilli kimselere, bilhassa gençlere, “yazamazsın” demek, normal şartlarda, heves kırmaktan başka bir işe yaramaz. Bir dernek başkanına “yazıyorum” dediğimde, başladı anlatmaya:
-Yazarlık kolay değilmiş; herkes yazar olamazmış; bilmem kaç kitap yazdığı halde yazar olamamış kimseler varmış; yazar olmak için “kuram kitapları” (ifadesini aynen aldım) okunmalı imiş; gibi bir sürü bahaneler ortaya koydu. Yaşımı sordu; olmaz, yazar olamazsın dedi. Dedi de, dedi. Tamam! Kabul. Dediklerinin tamamı doğru olabilir. Ancak yazan kimsenin de “yazacağım” demesine kesinlikle karşı çıkılmamalıdır. Yazıyorum diyene karşı çıkmak o kimsenin hevesinin kırılmasına neden olur. Hevesinin kırılmaması için bir neden de yoktur. İlk kitabını hazırlamaya çalışan kimselerin önüne, böyle engeller çıkarılmamalıdır. Yazmaya teşvik edilmelidir. İleri zamanlarda, ilk yazdıkları beğenilmese de, karşılarına çıkacak güzel gönüllü, yazar büyüklerinin tavsiyelerine uyarak, daha güzel yazıları yazma şansına, belki de, sahip olabilirler.
Yazan kimselerin çoğunluğunda bulunan, “ya olmazsa” duygusunun üzerine, tuz biber ekercesine sözler söylenmemeli; bu tür engellerin kaldırılması yönünde, destekler mahiyette bilgilerle ve teşvik edici sözlerle, telkinlerde ve tavsiyelerde bulunulmalıdır. Caydırıcı sözler, hiç kimseye reva görülmemelidir. Bir kimsenin yazması ve yazdıklarını kitap olarak yayınlaması durumunda, hiç satılmamış bir kitap olarak kalmasının zararı, sadece yazanadır. Okuyana/ okumayana hiçbir zararının olacağı düşünülemez. O halde bırakınız, herkes yazsın. Yazanların niyetlerine bakmak en önemli husustur. Çalışmalar niyetlerle değerlendirilmelidir.
Kitabın muhteviyatı(içeriği) konusunda problem yaşanmayacağı, yazmaya niyet ederek işe başlayan kimsenin düşünce potansiyeli çerçevesinde, pek çok konunun yazılabileceği muhakkaktır.
“Yazacağım” diyebilmek için, yazacak olan kimselerde, bir takım bilgi birikimlerinin olması gerekmektedir. “Yazacağım” diyen kimsenin yazma tecrübesinin bulunmaması normal karşılanabilmelidir. Zira her yazarın, şahıslara göre değişmek üzere, çocukluğunda/ gençliğinde/ yaşlılığında, mutlaka bir “ilk kitabı” bulunacaktır.
Hiç bir yazar ilk kitabı olmadan yüzlercesine ulaşamaz. Bir yazar için, yazdığı ilk kitabı, birinci basamaktır. İkinci kitabı ikinci basamaktır. Basamaklar böylece devam eder, gider. Kitap yazmama itiraz eden kişinin, ilk yazdığı kitap yok mudur? Yirmi yedi kitap yazmış olsa bile, ilk kitabını basmadan yirmi yedinci kitabını yazdığı gibi, mantıksız bir varsayıma gidebilir miyiz?
Bazı kimselerde bu “ilkyazı” küçük yaşlarda başlar; “ilk kitap” çıkarmalarla devam eder. Bazı kimselerde ise; “ilk kitap” çok geç zamanlarda ortaya çıkar; birikimleri ya zihnindedir; ya da notlarında bulunmaktadır. Bunların kaleme alınması neticesinde, yazdıklarının kitaplara geçirilmesi gündeme gelir.
Bu kitabın muhteviyatı da, benim için, 72’ li yıllarda yazmaya başladığım, kısa kısa notlarla, şekillenmeye başlamıştır. İnternette sitelerin kurulmaya başlamasıyla birlikte; dikkatimizi çeken konularda, yazılanlara yorumlar yazmam gündeme gelmiştir. Çeşitli sitelerde verilen başlıklara yorumlar yazma şeklinde devam eden yazılarım,
“köşe yazılarına yorumlar” başlığı altında kurmuş olduğum sitenin
(www.koseyazilarinayorumlar.com) formatı içerisinde, yazdıklarımla birlikte birikim yapmıştır. Bu birikimin, bir kitabın ilk satırları olması arzumu gerçekleştirmek üzere, kitaplaştırma çalışmalarına başladım. Yaklaşık Haziran 2007’ den bu yana, devam eden birikimimi, yazmağa başladığımdan beri aldığım notlarla birlikte, kitaplaştırmak üzere harekete geçtim.
“Karınca kararınca” bunca yıllık birikimimin müşahhas(somut) haliyle ortaya çıkmasının gerektiği kanaatimle birlikte, bir kitap oluşturma fikrinin şekillenmesi son safhasına gelmiştir.
Köşe yazılarının hayatımıza kattığı bir çok güzellikleri inkâr etmek mümkün değildir. Birçok insanın yaşantısı içerisinde, yönünü bulmasına, hedeflerini çizmesine vesile olan köşe yazıları ve bu yazılara getirilen her tür ve her şekil yorumlarla, hedeflerimize ulaşma gayretlerimiz, bizler için, çoğunlukla, vazgeçilmez yaşam tarzımızdır.
Elbette köşe yazıları ve yorumlarının bizlere katkıları yanında, menfi(olumsuz) katkıları/ yönlendirmeleri de olabilir. Bu yönlendirmeler çerçevesinde, bildiklerinden bir milim dahi ayrılamayacak birçok kimsenin olabileceğini, gözümüzü kapatarak söyleyebiliriz. Zira yazılarla hayatımızın şekillenmesi arasında bir paralellik bulunmaktadır. Bu şekillenmeler sonucunda, bizlere tesir eden, başka bir deyişle,
"tesirlerinden kurtulamayacağımız yönlendirmelere, bizlerin bir müdahalesi olamaz” dersek; yanlış olmaz. Bu ifade,
“hiç kimse yönlendirmelere karşı koyamaz” anlamına da gelmemelidir.
Bir kısım okurlar, okuduklarını harfiyen kabul ederler. Okuduklarının doğru veya eğri olabileceğini akıllarına getirmezler. İnanmışlardır bir kere; bu nedenle de inandıkları kimselerin yazılarının muhakemesini bile yapmazlar. Bir kısım insanlar ise; muhakeme ederek, “doğru mu, yoksa eğri mi” tartışmasını gündeme getirirler. Bildikleriyle karşılaştırırlar; objektif(çoğunluğun kabul edebileceği) doğrularla kıyaslarlar. Bunlar araştıran, araştırdıktan sonra da “kendi doğrularıyla” karşılaştıran kimselerdir. Bu kimseler, hiç kimsenin tesirinde kalmazlar. Hayatlarını şekillendirirken, “en doğru nedir” sorusunun cevabını, en sağlıklı şekilde bulmaya çalışırlar. Neticede de kendi doğrularıyla/ kazandıkları kendi şahsiyetleriyle, yaşamlarına devam ederler. Onun bunun doğrularını, kendi doğrularıyla karşılaştırmaktan hiçbir zaman vazgeçmezler. Sevgili gençler!
Sizler gelişme çağınızın başlangıcından itibaren kendinize sorular sorup; cevaplarını bulmaya çalışmaktasınız. Olaylar karşısında nasıl davranacağınızın bilincine ulaşmak üzere, zihniniz devamlı meşgulken; soruların ardı arkası kesilmemektedir. Bu sorularınızın cevaplarını bulmak üzere, ailenizle/ akrabalarınızla/ arkadaşlarınızla sohbetleriniz, hatta onlarla çekişmeleriniz hiç eksik olmaz. Devamlı bir şeylere ulaşma gayretlerinizle, büyüme çağınız gelir. Bütün bu zaman zarfında şahsiyet denilen ve bedeniniz üzerinde sizinle birlikte, hayatınızın sonuna kadar taşıyacağınız, göze göstermelik ifade ile
“kılıf” diyebileceğimiz bir
“hayat tarzı toplamı” sizin üzerinize yerleşir ve sizinle birlikte, kazanılmış olaylar zinciri şeklinde, yaşantınızın sonuna kadar, bir yol arkadaşı hüviyetinde, sizlere yön verir.
Bu şekli ile
kazandığınız şahsiyet, sizleri mutlu veya(üzülerek söylemeliyim ki) mutsuz da edebilecek bir yapıda, ömrünüz boyunca yanınızdan hiç ayrılmayacak "yol arkadaşınız" olur. Bu arkadaşlığınızı sizler, yavaş yavaş, zamanla kazandığınız için de, sanki sizin öz malınızmış gibi, sizden ayrılmaz bir parçaymış gibi, kabullenirsiniz. Daha doğru ifade ile, kabullenmek zorundasınızdır. Bu şekli ile, şahsiyetiniz sizden hiç ayrılmaz bir konuma gelir ve ömrünüz boyu sizinle birlikteliğini hiç bırakmaz. Bırakamaz. Sizden hiç ayrılmaz. Ayrılamaz. Siz de ondan ayrılamazsınız. Zamanla size uyduğunu gördüğünüz şahsiyetinizi, siz de terk etmek istemezsiniz. Genel olarak terk edemezsiniz de. Zira zamanla kazandığınız öz malınız hüviyetine bürünmüştür.
Şahsiyetinizin teşekkül etmesi esnasında, sizlere tesir eden unsurların/ dış etkenlerin varlığı, sosyal çevre içinde yaşayan tüm insanlar için geçerlidir. “Ben şahsiyetimi herkesten bağımsız kazanırım” diyen yanılır. Zira insan sosyal bir varlıktır. Hiç kimse dağ başında yalnız yaşayamaz. Yaşamak isteyenler olabilir. Ancak onlara da tüm insanların söyleyeceği/ onu nitelendirecekleri, tek kelimelik bir söz vardır ki, o da,
“yabani” kelimesidir. Evet! İnsanlar ailesinden/ akrabalarından/ komşularından/ tek kelime ile, sosyal çevreden koptukları sürece, yabani sözüne muhatap olacak duruma gelirler. Bu ellerinde olan bir şey değildir. Bir kısım insanlar ellerinde olmadan bu kelimeye muhatap olurlar. Gerçek hayatta da bu böyledir.
Toplumdan kopmuş insanların, toplum içine çıkamaz hale gelmelerinin sebebi, insanlardan uzak yaşamalarının bedelidir. İnsanların diğer şahıslar ile olan münasebetleri esnasında, kendilerine yapılan yanlış hareketleri hazmedememeleri, kendilerince, bu yanlışların sadece kendilerine yapılıyor olduğunu zannetmeleri sonucudur ki, bu insanların, toplumdan uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Toplumdan uzaklaşanlar bir bahane olarak, insanların kendilerine karşı yaptıkları hareketleri ileri sürebilmektedirler. Aslında, tüm insanlar bir diğerinden muzdarip olarak yaşadığı içindir ki, kavgaların, çekişmelerin ardı arkası kesilmemektedir. Hal böyle iken,
bir kısım gençlerin, sanki hareketler yalnızca kendilerini hedef alıyormuş gibi hissetmeleri; onları topluma karşıymış durumuna düşürmekte; toplumdan, insanlardan uzaklaşmalarına sebep olmaktadır. Tüm insanlar birbirlerine karşı saygılı ve sevgili olsalardı, hiçbir cemiyette, hiçbir toplumda, hiçbir devlette insanlar muzdarip yaşamayacak; ya da yaşamak zorunda kalmayacaklardı.
Gerçek hayatta olaylar, istediğimiz gibi ortaya çıkmamakta, istediğimiz yönde gelişmemektedir. Hayatın akışı içerisinde,
şahsiyetimizi kazanırken, olayları sadece kendi gözlüklerimizden seyretmemeyi öğrenebilme bahtiyarlığına ulaşmamız gerekir. Bu bahtiyarlığa ulaşma durumunda, diğer insanlarla olan münasebetlerimizde, insanların yanlışlarını anlayabilecek konuma gelebilme şansını elde ettiğimizi bilmeliyiz. Bu şansı elde edememişsek;
“neden insanlar sadece bana karşı” diye sorularla ömrümüzü tüketir dururuz. Zira insanların bizi anlamadığı duygu ve düşüncesine kapılarak; herkesten kendilerini anlamalarını beklemekle ömrümüzü tüketiriz. Bilmeliyiz ki,
hayatın acı taraflarından biri de, her zaman karşımıza bizi mutlaka anlayabilecek insanların çıkmayacağı/ çıkamayacağıdır. O halde olması gerekenin, sadece karşı tarafın bizi anlamasını beklemek değil; biraz da bizlerin, karşı tarafı anlamaya gayret göstermemizin zorunlu olduğunun farkına varabilmemizdir. Demek ki,
öncelikle hayatı anlamak, yaşantının genel kurallarının bilincine varmak gerekmektedir. Bu bilince varmadan, yapılanları açıklamamız mümkün olamayacağından, hayatımızı kendimize zehir etmekle ömrümüzü tüketir hâle geliriz. Bu durumda yaşantımız çekilmez hal alır. İnsanlardan uzaklaşırız.
Yalnızlığa kendimizi mahkûm eder duruma düşeriz. Bu hareket tarzı, bâzı zamanlar, bâzı kimselerde isteyerek meydana gelir. Bazı kimselerde ise, elde olmadan ortaya çıkan, bir
"yaşam tarzı bozukluğu" olarak karşımızda boy gösterir.
Yaşantının genel kurallarının bilincine varma durumuna, ulaşmamız gereken bir yükseklik; ulaşılması gereken bir yücelik gözü ile bakabiliriz. Bu bilinç, ulaşılması gereken bir yüksekliktir.
İnsanların yapılarını anlamak bir meziyettir. Bir güzelliktir. Siz bu güzellikleri kazanmaya gayret etmeden, yaşantınızı devam ettirebileceğiniz vehmine(yanlış değerlendirmesine/ kuruntusuna) kapıldığınız sürece hayatı anlamanız, hayattan zevk almanız mümkün görünmemektedir. Çevrenize bakınız! Hayatı anlayan ve mutlu olan insanlarla doludur. Bu kimseler hayatın gerçeklerini bildikleri için, olayları/ kendilerine yapılanları, olduğu gibi kabul etmek suretiyle, yaşantılarını zehir edebilecek olaylardan uzaklaşarak; kendilerini, ailelerini, çevrelerini, mübâlağa etmeden söyleyelim ki, tüm insanlığın huzurunu sağlama yönünde adım atmış olmaktadırlar. Meşhur sözdür:
-Köpekle dalaşmaktansa; çalıyı dolanmak evlâdır (daha doğrudur). Bu sözde saklı olan asıl mânâ, insanların yanlışlarla boğuşmasının doğru olmadığıdır. Diğer bir ifâde ile,
yanlış yerlerde, yanlış kimselerle bulunmamanın daha doğru olacağı genel kâidesinin, ata sözü olarak ifâdesidir. Bir insanın huzuru, tüm insanlığın huzuru gibi nitelendirilebilir mi? Bence evet! Nitelendirilebilir. Zîra
genel olarak bir kâideyi koyduğunuzda, o kâideye uyumun tüm insanlarda hayat bulduğunu düşünmek, güzelliklerin mayasının tuttuğunu görmek gibidir. İnsanlar genel olarak kâidelere uymak suretiyle güzelliklere ulaşabilirler.
Kuralsız, kâidesiz yaşanılan tüm hayatların, harcanmış hayatlar olduğuna, yıllar yılı şâhit olunmuştur. Çevrenize bakmasını bilebiliyorsanız; bu yazdıklarımın da doğruluğunun örneklerini göreceksiniz demektir.
Şâhsiyetin kazanılmasında, çevrenizden aldıklarınızın önemini belirttikten sonra, bu alınan yaşantı şekillerinin doğruluğu/ eğriliğini bulmak, insanların kendilerinin geleceklerine, sağlam temeller üzerinde, sâhip çıkmalarının en önemli şartlarından biridir.
Asıl başarılması gereken, aslında, en zor olan da, insanın geleceğine sâhip çıkma duygusudur. Bu, zor olan, geleceğe sâhip çıkma duygusunun adını koymak gerekirse; bu duyguyu,
“toplumda yer bulma sanatı” ya da
“şâhsiyet kazanma sanatı” olarak değerlendirebiliriz.
“Yanlış örnekler örnek teşkil etmez” meâlinde(anlamında) bir söz vardır. Doğrudur. Yanlış olan örneklere bakarak şâhsiyet kazanmaya çalışmak, biraz safça/ biraz yanılgılı bir hareket tarzı olarak değerlendirilebilir. Zîra insanlar, gelişme çağlarında bir kısım insanların hareket tarzlarına hayran olurlar ve o insanların yaşadıkları her olay, kendilerini takip edenlerce de önemlidir. Gölgeleri olmak istercesine, birçok insanlar bu kimseleri örnek alırlar. Bu örnek almada belli kâidelerin öncelikle bilinmesi, büyük faydalar sağlar.
Örnek alınan kişinin, örnek teşkil ettiği hususta, kimlere menfaat sağlayacağı, kimlerin bu örneklerden faydalanacakları inceden inceye araştırılmalıdır. Zîra örnek alan kimsenin, ileride bu menfaat çevrelerine hizmetleri kaçınılmaz olacaktır.
Yanlış örneklerle, yanlış yerlere hizmet, akıl sâhibi insanları, bir müddet sonra çıkmaz sokaklara sokacak duruma getirebilir. O zaman bunalımlarla geçecek günlerde, ne örnek aldıkları kimseleri, ne de yandaşlarını, ya da örnek kişinin etrafındaki menfaat sağlayanları yanlarında bulamayacaklardır.
Kendilerini adadıkları kimselerin, geçen ömür treninde, hiçte hoş olmayan şekilde birilerine menfaat sağlamakla, birilerinin semirmelerine sebep olduklarını görmekle uğrayacakları hayâl kırıklığına, ilâç olabilecek bir dost, ya da bir yandaş bulamayacaklardır. Bu hâlde hayal kırıklıklarının da, çok büyük boyutlarda olabileceğini tahmin etmek, fazlaca akıllı olmayı gerektirmemektedir.
Tüm bu yazılanlar çerçevesinde,
şâhsiyet kazanmanız esnasında, örnek alacağınız ideal kimseleri bulmaktaki mahâretiniz, size ömür boyu güzellikleri, ya da ömür boyu yaşamak zorunda kalacağınız hayal kırıklıklarını getirecektir. Bu durumda şahsiyetinizin teşekkülünde, sizin istediğiniz hayat tarzınızın seçimi önem arz eder. Bu hayat tarzınızı, gençlik yıllarında, henüz çok toyken, daha doğru ifâde ile, başınızda kavak yelleri eserken, seçmek zorunda kalmanız, sizin yanlış yollarda yürümenize sebep olabilecektir. Bu durumda
seçimlerinizi yapmadan önce, hayatı sizden en az 20 yıl/ 30 yıl önceden yaşamış ve tecrübe kazanmış büyüklerinizden, onların tecrübelerinden faydalanarak seçmeniz durumunda; kazandığınız şâhsiyetinizin daha oturaklı, daha ayakları yere basan şekilde seçildiğini görerek, sizlerde memnun olacaksınız. “Ne ise ki, büyük sözü dinledim” diyebileceksiniz. Burada bir kez daha belirtilmesi gereken husus:
Annelerinizin/ babalarınızın/ genel anlamda büyüklerinizin, hiçbir zaman sizleri yanlış yönlendirmek istemeyecekleri tespitinin doğruluğuna şâhit olabileceğinizdir.
Bu satırları, düşünce girdabında boğulmadan, elden geldiğince yalın olarak, konuları okuyanlara faydalı olabilecek yönleriyle, saf ve temiz duygulara hitap edecek şekilde ele almaya çalışmam gerektiğine olan inancımla yazdım. Bilhassa gençlerimizin, zihnî potansiyellerini toplarken, örnek olması gereken, kavgasız, gürültüsüz, ılıman iklimlerde dolaşarak elde edilebilecek, saf duygu ve düşünceleri, hiçbir yanlışa kapılmadan, yalın halde elde edebilmeleri ve anlaşılır olan doğru yazılardan kazanmaları gerektiğine inanarak; bu konulardan sapmadan yazmaya özen gösterdim. Kavgayı, şahsî menfaatler için insanların birbirlerini yemelerini, daima geri plânda tutarak; insanların birbirlerine karşı yanlış davranışlar içerisine girmemelerini istekle ileri sürerek; temiz duygu ve düşüncelerin, güzelliklerle, yoldan sapmadan, riyâsız, yalansız kazanılması düşüncemi hiç kaybetmeden yazdım.
Bu kitapta, uzun yılların yazılmış, ancak bu günlerde gün yüzüne çıkarılmış, parça parça fikir birikintilerinin yansımaları bulunmaktadır.
Köşe yazılarına yorumlar kitabımla, kavgadan menfaat sağlamaya çalışanlara, başkalarına zulüm ile yollarını bulmaya gayret edenlere, yükselmek için başkalarının sırtına basmayı hayat tarzı sayanlara cevap olması gerektiğine inanarak, bu yazı ve yorumları bir araya getirdim. Hiç kimse, bir diğer insana, yazdıklarıyla zulüm etme hakkına sahip değildir. Olmamalıdır da. Bu düşünce çerçevesinde, yazılanların kimlere zarar verdiğinin, kimlere haksızlık edildiğinin bilinmesiyle yazılması, önem arz eder. Kitabımın hazırlanması için, bilgisayar konusunda eğitimimde, yardımlarını hiçbir zaman esirgemeyen, Oğlum, Fizik Mühendisi, Yazılım Uzmanı, Salih Murat Sezgi’ye yazdığım bu satırlarda teşekkürü bir borç bilirim. Destek ve ilgilerini esirgemeyen Kızım ve Eşimin de, güzelliklerle dolacak hayatlarının mutlu ve mesut geçmesi dileklerimle…
“Gençlerle Baş Başa- Köşe Yazılarına Yorumlar” kitabımın bu ilk baskısı, periyodik olarak(uygun zaman aralığında) hazırlanmak suretiyle çıkarılma gayretlerimin başlangıcını teşkil etmesi ve dâim olması temennilerimle…
Her konuda seçimleriniz, gönlünüzce ve güzel duygu ve düşünceler çerçevesinde olsun.
Saygılarımla…11.06.2008- 19:05/ 25.06.2009- 03:35
« Son Düzenleme: Bugün 04:02 ÖÖ Gönderen: is »